Niceliğin Gürültüsünden Niteliğin Hakikatine: Hayatın her alanında insanı derinden etkileyen kemiyet (nicelik) ve keyfiyet (nitelik) meselesine derin bir bakış.

Kıymetli okuyucularım,

Zamanın hızlandığı, dikkatin parçalandığı, kelimelerin değer kaybettiği bir çağda yaşıyoruz. Böylesi bir dönemde insana yön veren temel kavramların yeniden hatırlatılması zaruridir. Bugün sizlerle, hayatın her alanında insanı derinden etkileyen kemiyet (nicelik) ve keyfiyet (nitelik) meselesini konuşmak istiyorum.

Önce kavramları berraklaştıralım:

KEMİYET (Nicelik):
Sayılara bakan, görünür, yüzeyde kalan, dünya merkezli ölçü.

KEYFİYET (Nitelik):
Anlamı önceleyen, özü gözeten, ihlâsı ve sadakati merkeze alan ilahî ölçü.

Bu fark yalnızca bir kelime farkı değildir; insanın vazifesi ile neticesi arasındaki hattı çeken bir dünya görüşüdür. Çünkü kemiyet gözle görülür fakat hızla kaybolur; keyfiyet ise gönülde yer eder ve baki kalır.

İnsanlık tarihi boyunca nicelik (kemiyet) ile nitelik (keyfiyet) arasındaki tartışma, özellikle dini ve kültürel bağlamlarda derin bir anlam taşımıştır. İslâmî perspektifte bu mesele, vazife ile sonuç arasındaki ayrımı ortaya koyar.

İslâmî bakışta kemiyet bir sonuçtur, keyfiyet ise sorumluluktur.

Sanayi devrimiyle birlikte kemiyet öne çıktı: üretim, hız, sayılar. Ancak 20. yüzyılda özellikle kültür, sanat ve eğitim alanında keyfiyetin kaybolması eleştirildi. Bugün: Toplumlar çoğu zaman “kaç kişi, kaç ürün, kaç takipçi” üzerinden başarıyı ölçüyor. Oysa “değer, kalite, anlam” yani keyfiyet olmadan bu çokluklar boş bir kabuk gibi kalıyor.

Kemiyet Mi, Keyfiyet Mi?

Toplumların ve bireylerin en çok yanıldığı noktalardan biri, başarıyı sayılarla ölçmeye kalkışmaktır. Oysa tarihin ve dinimizin bize öğrettiği hakikat, niceliğin değil niteliğin asıl değer olduğudur.

Bugün bizler de toplumsal projelerde, kültürel çalışmalarda veya bireysel gayretlerde aynı yanılgıya düşebiliyoruz. “Kaç kişi geldi, kaç kişi okudu, kaç kişi takip etti?” soruları zihnimizi meşgul ediyor. Oysa asıl soru şudur: “Ne kadar sahici, ne kadar samimi, ne kadar derin?”

Niceliğin alkışı kulağı okşar,
nitelik ise kalbi inşa eder.

Kıymetli okuyucularım bu konuyu sizlerle derinlemesine irdeleyelim.

1. GÜNLÜK HAYAT AÇISINDAN

İnsanlar çoğu zaman sonuçlara bakar; Allah ise niyete bakar.

Çok para kazanmayı başarı, çok takipçiyi değer, çok beğeniyi kıymet zanneder. Oysa

Günlük hayatta( Modern insan, çoğu zaman görünür sonuçlara odaklanır.)

  • Çok para kazanmak = başarı sanılır.
  • Çok kişi tarafından beğenilmek = kıymet zannedilir.
  • Çok takipçi, çok alkış = değer ölçüsü gibi görünür.

Ama Allah katında: (slâmî zihniyet, niceliği değil niteliği merkeze alır.)

  • Az ama helâl kazanç,
  • Az ama samimi dost,
  • Az ama ihlâslı ibadet daha kıymetlidir.

Bu bakış açısıyla, 1 milyon lira kazanan birinin kazancı ile 2 bin lirası helâl olan birinin kazancı aynı değildir. Nicelik dünyaya aittir; nitelik ise ahirete. Nicelik göze hitap eder, nitelik kalbe.

2. HİZMET VE TEBLİĞ AÇISINDAN

“Günlük hayattan hizmet ve tebliğe geçtiğimizde, aynı ölçünün geçerli olduğunu görürüz.”

Tebliğde başarı “kaç kişi” ile değil, “nasıl” ile ölçülür.

Bir insan: Kalabalıkları peşine takabilir, Büyük projeler yapabilir, Çok takipçi elde edebilir.

Ama tüm bunlar kemiyettir.

Tebliğde asıl olan: İhlâs, Samimiyet, Hakkı doğru temsil, Adab ve hikmettir.

Bediüzzaman’ın meşhur ölçüsü burada zirvededir:

“Bir insanın imanı, bütün dünya kadar kıymettardır.”

Yani bir kişiye ulaşmak, binlerce kişiye ulaşmaktan daha kıymetli olabilir.

Bediüzzaman’ın “Hüner kesret-i etbâ’da değildir” ((Hüner, çok taraftar toplamakta değildir.) sözü, nicelik üzerinden başarı ölçen anlayışın köklü bir reddiyesidir. Nursî’ye göre kıymet, peşine takılanların çokluğu ile değil, işin Allah rızasına uygunluğu ile ölçülür. Bu görüş, Lem’alarda yer alan şu pasajda en açık biçimde ortaya konur:

“Ey sevaba hırslı ve a’mâl-i uhreviyeye kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittibâ edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla ‘Herkes beni dinlesin?’ diye, vazifeni unutup vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah’ın vazifesine karışma.”

Bediüzzaman’ın “Hüner kesret-i etbâ’da değildir sözünden alacağımız dersler var:

1. Başarı insan sayısı ile ölçülmez.
Çoğu peygamber az sayıda ümmete sahipti; fakat vazifelerini ihlasla yaptıkları için mükâfatları tamdır.

2. Hüner, ihlâsta ve Allah’ın rızasını kazanmadadır.
Kalabalık toplamak dünyevî bir başarıdır; ilahî ölçüye göre asıl değer ihlas ve sadakattir.

3. Kabul ettirmek Allah’ın fiilidir.
İnsan tebliğden sorumludur; sonucu yaratmak Allah’a aittir. Bu, insanı kibirden ve hırsın esaretinden kurtarır.

Bu perspektif, Celaleddin-i Harzemşah’ın tarihî şu sözüyle de uyumludur:
“Vazifemiz cihad etmektir. Bizi galip etmek vazife-i İlahiyedir.”

3. DAVA BİLİNCİ AÇISINDAN

Hak davalarda az kişiyle büyük iş yapılır.

Her hak dava tarihinde:

  • Başta az bir topluluk vardır.
  • Nicelik zayıftır.

Fakat kalite yani adalet, ihlâs, fedakârlık, sadakat çok yüksek olduğu için davalar kök salmış, toplumları dönüştürmüştür.

Bu yüzden:

  • İslâm üç-beş kişiyle başladı.
  • Ashab-ı Bedir sadece 313 kişiydi.
  • Peygamberler çoğu zaman az bir toplulukla mücadele ettiler.

Hak davayı büyüten şey: Kalabalık değil, Kalbin berraklığıdır.

Sonraki yazıda, bu hakikatin toplum psikolojisinden kişisel gelişime, modern hayattan maneviyata kadar geniş bir yelpazede nasıl tecelli ettiğini ele almaya devam edeceğiz.