Cumhuriyet ki,adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. Cumhuriyet;adaletin,danışmanın ve kanun hâkimiyetinin birleştiği bir yönetim biçimidir.
Bugün, Cumhuriyetimizin 102. yılı münasebetiyle kalemimi milletimizin bu kutlu kazanımına ayırmak istedim. Bu vesileyle, İslam düşüncesinin önemli isimlerinden Bediüzzaman Said Nursî’nin Meşrutiyet ve Cumhuriyet kavramlarına bakışını ele alarak, bu iki yönetim biçiminin İslamî perspektiften nasıl değerlendirildiğini irdelemeye çalışacağım.
İslamiyet’in doğuşuyla birlikte Hz. Peygamber döneminde meşverete, yani istişareye dayalı bir yönetim anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu yönetim biçimi, temelde cumhurî bir ruha sahiptir. Nitekim ilk dört halife de seçimle iş başına gelmiş; yöneticilik bir veraset değil, liyakat ve halkın iradesine dayalı bir görev olarak görülmüştür. Ancak zamanla bu sistem bozulmuş ve yerini saltanata bırakmıştır.
Osmanlı Devleti de uzun yıllar boyunca saltanatla yönetilmiş; fakat zamanla yöneticilerin yetkilerini sınırlamaya yönelik adımlar atılmıştır. Sened-i İttifak (1808), Tanzimat ve Islahat Fermanları, padişahın yetkilerini sınırlayan ilk girişimler olarak tarihe geçmiştir. Ardından Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi fikir adamlarının öncülüğünde Yeni Osmanlılar, meşveret esasına dayalı bir yönetimi savunmuşlardır. Bu fikirler, I. Meşrutiyet’in (1876) ilanına zemin hazırlamıştır.
II. Abdülhamid döneminde Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasıyla birlikte yeniden bir istibdat (baskı) dönemi başlamıştır.
Bediüzzaman Said Nursi, İttihad-ı İslam politikalarını benimseyerek Sultan II. Abdülhamid’i “şefkatli ve veli bir padişah” olarak tanımlamıştır. Ancak, Sultan’ın zorunlu olarak başvurduğu istibdat yönetimine karşı da sessiz kalmamış; uygun zeminlerde eleştirilerini dile getirmiştir. Bu süreçte Nursi, baskıcı uygulamalara karşı çıkarak hürriyetin, adaletin ve meşrutiyetin İslam’ın özüne uygun olduğunu savunmuştur.
Saray çevresindeki bazı paşalar, Bediüzzaman hakkında asılsız bilgiler vererek Sultan’ı yanıltmış ve onun tımarhaneye gönderilmesine sebep olmuşlardır. Said Nursi bu olayı şu sözlerle ifade eder:
“Vaktâ ki; hürriyet dîvânelikle yâd olunurdu, istibdâd tımarhâneyi mekteb eyledi.”
Hastanede onu muayene etmek üzere Saray doktorlarından biri görevlendirilir. Bediüzzaman, neden ve nasıl oraya gönderildiğini dört madde hâlinde açıklar. Doktor, onun derin zekâsı ve olağanüstü fetaneti (aşırı zekâca) karşısında hayrete düşer ve şu ifadeleri içeren bir rapor hazırlar:
“Şimdiye kadar İstanbul’a gelenler arasında zekâ ve fetanet bakımından böyle bir nadire-i cihan (dünyada benzeri az bulunan) kimse görülmemiştir.”
Bu rapor Saray’a iletilir ve böylece Bediüzzaman’ın delilikle itham edilmesinin asılsız olduğu anlaşılır
Said Nursi’ye göre en uygun yönetim biçimi, meşverete dayalı demokratik bir cumhuriyettir. İslam, demokrasiyle çatışmaz; aksine adalet, hürriyet ve istişare, İslam’ın özünde vardır. Kur’an’da geçen “Onların aralarındaki işleri meşveret iledir” (Şûrâ, 38) ve “İşlerde onlarla istişare et” (Âl-i İmrân, 159) ayetleri de bu anlayışın ilahî dayanaklarıdır.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“Cumhuriyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir.”
Gerçek cumhuriyet; adaletin, danışmanın ve kanun hâkimiyetinin birleştiği bir yönetim biçimidir. Bu üç esasın kaynağı da İslam’dır. En güzel örneği ise Asr-ı Saadet döneminde görülür.
Gerçek bir cumhuriyet, insan haklarına, din ve vicdan özgürlüğüne dayanmalıdır. Meclis, milletin kalbi gibi çalışmalı; milletin sesini, vicdanını ve iradesini yansıtmalıdır. Bediüzzaman’a göre cumhuriyet ve hürriyet, yalnızca şekille değil, öz ve uygulamayla anlam kazanır. Bu değerler imanla, adaletle, meşveretle ve hukukla iç içe olmalıdır. Aksi hâlde, ya istibdada (baskıya) ya da sefahate (ahlaki çöküntüye) dönüşür.
“Meşrûtiyetin (Cumhuriyetin) ağası haktır, kanundur, efkâr-ı ammedir (kamuoyu).”
Yani gerçek güç kişilerde değil, kanunda olmalıdır. Kuvvetin şahıslarda toplanması istibdat doğurur; oysa kanun hâkimiyeti, adaletin teminatıdır.
Bediüzzaman, “İsimlerin değişmesiyle hakikat değişmez” diyerek, baskıcı rejimlere “cumhuriyet” adının verilmesini sert biçimde eleştirir:
“İstibdâd-ı mutlaka ‘cumhuriyet’ nâmı vermekle, irtidâd-ı mutlakı rejim altına almakla, sefâhet-i mutlaka ‘medeniyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye ‘kanun’ ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.”
Bu, hem hükümete hem millete karşı bir haksızlıktır. Gerçek cumhuriyet, sadece sandıkla değil; fikir, ilim ve vicdan özgürlüğüyle yaşar.
Bediüzzaman, cumhuriyetin bu özgürlükleri koruması gerektiğini şu sözlerle ifade eder:
“Cumhuriyet hükümeti, vicdan hürriyeti ile birlikte ilim ve fikir hürriyetini de temin etmelidir.”
Bugün de bu sözler, hem yöneticilere hem halka bir hatırlatmadır: İsimler değişebilir, fakat adaletin ve hürriyetin özü değişmez. Gerçek cumhuriyet; adaletin, istişarenin ve kanun hâkimiyetinin yaşandığı yönetimdir. Ancak bu şartlar sağlandığında, hem cumhuriyet hem de İslamiyet hakiki anlamına kavuşur.
Bediüzzaman Said Nursî’nin Cumhuriyet Anlayışı Üzerine Bir Gözlem
Bediüzzaman Said Nursî, Tillo’da bulunduğu bir dönemde, yemek içindeki taneleri kubbenin etrafında dolaşan karıncalara verir, kendisi ise ekmeğini yemeğin suyuna batırarak kanaat ederdi. Kendisine,
“Neden dolayı taneleri karıncalara veriyorsun?”
diye sorulduğunda şu anlamlı cevabı vermiştir:
“Bunlarda hayat-ı içtimaiyeye mâlikiyet, fevkalâde vazîfeşinaslık ve çalışma bulunduğunu müşahede ettiğim için, cumhuriyetperverliklerine mükâfaten kendilerine muavenet etmek istiyorum.”
Bediüzzaman’ın çorbasının tanelerini karıncalara vermesinin hikmeti, onların çalışkanlık, yardımlaşma, saygı, iş bölümü ve ortak hareket etme özelliklerine duyduğu hayranlıktır. Karıncalar, aralarındaki düzen ve dayanışma ile adeta fıtrî bir cumhuriyet nizamı kurmuşlardır. Bu nedenle, Bediüzzaman onların “cumhuriyetçiliğine” bir mükâfat olarak taneleri onlara vermiştir.
Bediüzzaman, başka bir yerde de bu düşüncesini genişleterek şöyle der:
“Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler.”
Bu ifadeler, onun cumhuriyeti sadece bir yönetim biçimi olarak değil, adalet, yardımlaşma ve ortak sorumluluk ilkelerine dayanan tabiî bir hayat düzeni olarak gördüğünü açıkça ortaya koymaktadır.
Bu vesileyle, cumhuriyetimizin kurulmasında ve yaşatılmasında emeği geçen tüm ecdadımızı rahmet ve minnetle anıyor; milletimizin Cumhuriyet Bayramı’nı en kalbî duygularımla tebrik ediyorum.
Cumhuriyetimizin 102. yılı kutlu olsun. Adaletin, hürriyetin ve meşveretin daim olduğu nice yıllara…