Süryanice Edebiyat Ödülü almış Molfono Yusuf Beğtaş ile Süryaniler ve felsefe konuları hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
Süryani Kültürü ve Felsefe Üzerine Yusuf Beğtaş ile söyleşi.
Süryani kültürünün önde gelen yazarlarından, aynı zaman 2022 Süryanice Edebiyat Ödülü almış Molfono Yusuf Beğtaş ile Süryaniler ve felsefe konuları hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
2022 Süryanice Edebiyat Ödülü almış bir yazar olarak öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
1967'de Hassana (Kösrali) köyünde doğdum. 1976-1980'de İlk ve orta eğitimi Midyat'ta tamamladım. 1981-1985'de Mor Gabriel Manastırı'nda Süryanice dilsel ve teoloji eğitimi aldım. 1983-1984 döneminde Midyat Lise’sinden mezun oldum.
1985-2005’te Mor Gabriel Manastırı’nın idari kadrosunda aktif görev aldım. Bu zaman diliminde Turabdin’e sırt çeviren göçün savurganlığına karşı tutum takınarak, özdeşleşme ruhuyla, kilise ve topluma hizmet ettim. Hocalık ve danışmanlık yaptım. Süryanice eğitim programına önemli katkılar sundum. Süryani dili, teolojisi, felsefe ve edebiyatı alanında başarılı öğrencilerin yetişmesine yardımcı oldum.
1990-2005'de Turabdin Süryani Metropolitliğinin genel sekreterliğini, 1995-2000'de "Turabdin'in Sesi" dergisinin editörlüğünü, 2006-2014'de de Mardin Süryani Metropolitliği’nin genel sekreterliğini yürüttüm.
2015-2019’da “Aşlay Nisaba Süryanice Edebiyat Dergisi”nin yayın kurulu üyeliği ve editörlüğünü yaptım.
Süryani Dili-Kültürü ve Edebiyatı Derneğinin kurucu başkanlığını ve 65 sivil örgütten oluşan Mardin Toplumsal Dayanışma Federasyonun danışmanlığını yapmaktayım. Süryani Edebiyatçı ve Yazarlar Birliğinin üyesim. Süryanice, Türkçe, İngilizce, Arapça dillerinde yayın yapan www.karyohliso.com isimli web sitesinin kurucusu ve editörüyüm.
Edebi üretkenliğim genç yaşta kilisede üstlendiğim idari görevlere pararlel olarak başladı. Şimdiye kadar üç kitabım yayınlandı. İkisi Süryanice, diğeri de, Türkçedir. Şlomo isimli Türkçe ortak başka bir kitabın yayınlanmasına katkı sundum. Yayın aşamasında olan iki adet Türkçe kitabım var. İngilizce ve Arapçaya da çevirilen Türkçe ve Süryanice sosyo-kültürel edebi ve felsefi içerikteki yazınsal çalışmalarım Türkiye’deki ulusal medya başta olmak üzere farklı yayın organlarında yayınlanmaktadır. Yayınlanmış yüzlerce makale ve köşe yazılarım mevcuttur.
Öncelikle sizi tebrik ederiz. 2022 Süryanice Edebiyat Ödülü aldınız. Bu ödül için düşüncelerinizi öğrenebilmeyiz. Bu aldığınız ödülün önemi nedir?
İsveç’in Stockholm şehrinde faaliyet yürüten ‘Aram Kültür Merkezi’, 30 yıldan beri, Süryanice edebi çalışmaları teşvik amacıyla, küresel ölçekte temayüz eden edebi çalışmalara ödül sunmaktadır. Süryani diline, kültürüne ve edebiyatına yeni üretkenlikler ve yeni değerler katan çalışmalar, temel kıstas olarak gözetilmektedir. Bu onur ödülü, her yıl bir kuruma, ya da bir şahsiyete verilmektedir.
Adı geçen kültür merkezi, 2021’de ‘Tasroro u Buyo-ye d-Sabro / Savaşçı ve Umudun Tesellisi’ ismiyle yayınlanan edebi kitabımı ‘‘çağdaş Süryani Arami edebiyatı için özgün ve yeni bir çığır’’ olarak nitelendirmişti. Bu nedenle, 2022 yılı Süryanice edebiyat ödülüne laik görüldü. Geçtiğimiz gecede yapılan bir törenle bu onur ödülünü almış bulunmaktayım.
İyi niyetten türeyen yapıcı eleştiri kadar, samimi takdir de, insani gelişim ve süreklilik için gereklidir. Samimi takdir, her iki tarafa da fayda sağlar. Hem takdir edenin, hem takdir edilenin ruhunu zenginleştirir. Bir bilgeliğin belirttiğine göre, ‘‘Yalnız susayan suyu aramaz, su da susuzluğunu dindirecek bir dudak arar.’’
Manevi benliğini keşfetmiş, kendini bulmuş, hayatın gayesini ve maksadını yakalamış insan için takdir, hem sorumluluk, hem motivasyondur. Anlaşılmak ve takdir edilmek, hoş bir duygu olsa da, bu onur ödülü, bana yeni sorumluluklar yüklemiştir.
Edebi çalışmalar uğrunda harcanan yazınsal emeği ve dökülen zihinsel teri gören bu anlamlı kadirşinas teveccühe içtenlikle teşekkür ediyorum.
Hayat hikâyenizi şekillendiren felsefe hakkında bize neler söylemek istersiniz?
İnsanın doğruyu bulmasında ve kendini gerçekleştirmesinde ‘kendini bilmek ve kendini tanımak’, kritik öneme sahiptir. Bilmek daha genel, tanımak ise kişiye özeldir. İnsanın önce kendini tanıması, sonra da tanıdığı kendisini bilmesi gerekir. Aziz Mor Antunius (251-356) ‘‘Allah’ı bilmek için önce kendini bilmelisin’’ diyor.
Kendini bilmek, davranışlarının farkında olmak, aydınlanmayı ve bilinçlenmeyi de içeren bir özdenetim ruhunda ilerlemek demektir. Bu nedenle kendisini, yani kendi düşüncelerini, hareketlerini, önyargılarını, tutumlarını, öz benliğini bilip kendini kontrol eden kişi, yaptığı her şeyin sorumluluğunu üstlenmiş demektir. Bu da, denge yolunda iyiye, doğruya, güzele doğru gidiştir. Bu gidişte özgürlük, ahlaktır. Ahlak da sorumluluktur. Ama bu gidişi tehdit eden en büyük tehlike ise, anlayış ve ahlakın ölümüdür. Çünkü doğru hayat, doğru yoldan geçer.
Ünlü bilim insanı Farabi (870-950) bu bağlamda şöyle der: ‘‘Önce doğruyu bilin, ancak doğru bilinirse yanlış da bilinir; önce yanlış bilinirse doğruya hiçbir zaman ulaşılmaz.’’ Doğru, insanı ilgilendiren çok derin bir konudur. Ancak kültür, doğruya ulaşma konusunda ahlak ve erdeme kapı açan bir anahtardır. Ama içeriye girmek tercihe bağlıdır. O kapıyı herkes kendisi açmalıdır. O içsel kapı açılmadan insanın algı filtreleri berraklaşmıyor. Algı filtrelerimizdeki pürüzlerden (veya kirlerden) dolayı hakikati/hayatı olduğu gibi değil, bölük pörçük görüyoruz. Ben erken ve ergen yaşta bunu fark ettim. Bu nedenle ‘‘Hayatta en büyük başarı, insanın kendi kendisiyle baş edebilmesidir’’ deyişini önemseyerek, algı filtremi kirlerden arındırmaya gayret gösterdim. Zor da olsa, hep kendimle mücadele ettim. Kendimi geliştirmenin yollarını zorladım. Neticede bu çaba, içsel bir uyuma; karşıtlıklardan tamamlayıcı bir anlayışa evirildi. Bu da, beni içsel bir yolculuğa sevk etti. O yolculukta ‘ikinci doğum’ denen anlamla tanıştım. Anladım ki, yaşam kalitemizin niteliği, neyi nasıl düşündüğümüzle ilişkilidir. Çünkü dürüstlük, içtenliktir. İçten/samimi insan iyilik sevendir. Gelişimi ve kaliteyi esas alan ikinci doğuş olmadan hakiki hayat ortaya çıkmaz. İkinci doğuş veya yeniden doğmak; ezbere dayalı yerleşik algıları dönüştürmek, alışılmış kalıpların dışına çıkmak, içsel perdelerden ve maskelerden kurtulmak, farkındalıkla başlayıp; iç ve dış çatışmalarla geçen, yorucu, zaman zaman da can yakan çetin bir süreçtir.
Bana göre, büyüklük, yardım etmektir. Kazanmak ise hizmet etmektir. En büyük onur, insanın kendi olması, kendi kalabilmesidir. Bu onuru yaşayan her insanın yaşam hikâyesi kendine özgüdür. Her hikâyenin her zaman üç tarafı vardır: Hikâye sahibi, toplum ve gerçeğin kendisi.
Süryani kültürüyle çok ilgilisiniz. Bu yoğun çabanız ve ilginiz nereden kaynaklanıyor?
Denildiği üzere, ‘‘Herkes hikâyesini kendi yazar, kendi yazdığı o hikâyeyi yaşar.’’ Benimki de ödenmiş bedelleriyle öyle bir hikâyedir. Onu oluşturan anlayış, öğreti, felsefe, hizmet, gerekçeler, savlar, tercihler, davranışlar, tutumlar başka hikâyelere benzemez. Benzemek zorunda değildir. Ağ attığım alana özdeşleşme ve samimiyet ruhuyla bağlandım. Hiç kopmadım hikâyemden, sımsıkı sarıp sarmaladım ve sarmalandım. Bu nedenle diğerkâmlığın emeği ve özverisiyle doludur. Bedelleri ödenmiş hikâyeler, iz bırakır, değer taşır. Ünlü yazar LouisFerdinand Celine (1894-1961)’in yazdığı üzere; ‘‘Değer taşıyan tek hikâye vardır, o da bedelini sizin ödediğinizdir.’’ Bu nedenle kendimi bildim bileli, insan onurunu kutsayarak, asma çubuk misali, şahsi yararımı büyük yarar içinde gördüm. Önce ben ve sadece ben demedim. Başkasını da kendim gibi kabul ettim. Yaşam felsefemi bu anlayışla şekillendirdim. Bu anlayışla akışa katkı sunarak, iş yapıyorum.
Herkesleşmemek ‘‘herkes gibi’’ değil, ‘‘kendi gibi’’ olmanın, olabilmenin yoludur. Herkesin kendi anahtarına yine kendisinin sahip olduğu yoldur. Bu yol içsel aydınlanmanın yoludur. İçsel dünyanın tali yollarını ilahi sistemin yani hakikatin ana yoluna bağlayan bu yoldur. Engebeli olsa da, yürünmesi gereken yoldur. Antik çağ filozoflarından Seneca (MÖ 4 - MS 65) şöyle der: ‘‘İnsanı en çok yanıltan yol, herkesin gelip geçerek aşındırdığı yoldur.’’
Bu sözün derin anlamlarını hissetmeye çalışarak, çalışma alanımda ve sosyal ilişkilerimde eklektik felsefenin yaklaşımlarıyla dikenden çok güle odaklanmayı geliştirdim. Dikenin farkındalığı içinde güle değer verdim. Mana-değer dünyasına saygıyı yücelterek, insani onurdan dolayı insana değer vermeyi görev bildim. Hayatı kategorize etmeden, insanlığın hâllerini anlamaya çalışarak, talep edenlere katkı sunmayı temel ilke edindim. Özgünlüğü ve farklılıkları gözeterek, ‘değer vermek ve faydalı olmak’ niyetiyle davrandım. Karanlığın kesif süreçlerinde Mesihi anlayışı ve anlayan sevgiyi yoluma IŞIK ettim.
Bana göre, samimiyet ruhun özgürlüğüdür. İnsan samimiyeti oranında zenginleşir ve çoğalır. Gönüllü paylaşım içinde oldukça, başkaları için bir şey yaptıkça insanlaşır. Çünkü samimiyetten doğan şefkat, ruhsal bir enerjidir. İnsani ilişkilerde insanların birbirlerine verdiği en önemli hediyedir. Her iki tarafı yani vereni de, alanı da, iyi hissettirir. Şefkat şefkati doğurur, vicdana giden bir duygudur; iç sesi, içteki uyarı sistemini harekete geçirir. Bu duyguya sahip kişi bilerek kötülük yapmaz. Ruhumuzun ışığını canlı tutabilirsek, yaşama pozitif katkı sunmanın, yaşama dokunmanın ne anlama geldiğini rahatlıkla anlayabiliriz. Çünkü ‘‘İnsan kalıbıyla değil kalbiyle insandır. Değeri aldığıyla değil, verdiğiyle ölçülür’’
Yaşam bilgeliğine göre, yüreği-düşünceyi-niyeti saflaştırmayan, ruhun kilitlerini açmayan tutumlar, ahlaka ve erdeme kavuşturmaz. Çünkü insan, hayatın derinliğini, kokusunu, görünür görünmez gerçeklerini ruhun kilitlerini açan samimiyet ve sorumluluk ruhuyla kavrar. Bu ruhu koruyabildiği ölçüde hayata anlam katar. Hayatın anlamını bulur. Kör alanlarını aydınlatır. Somut dünyanın görünmez gerçeklerini daha rahat görür. Hizmet alanında, ikili ilişkilerde, ortak yaşamda sevginin, samimiyetin, sorumluluğun ne denli önemli olduğunu daha rahat kavramış olur. O halde meyve veren ağacı taşlamadan, o ağacı sulamayı öğrenerek, kendi esenliğimiz ve canlılığımız için -(hizmet alanımıza ve topluma)- faydalı olmanın, yararlı meyveler vermenin yollarını aramalıyız. Çünkü "Ağaçlar, canlı kaldıkça meyve verir. İnsanlar ise, meyve verdikçe canlı kalır."
Kültürü tanımlamak gerekirse, sizce kültür nedir? Kültürün mana gücüne nasıl ulaşılır?
Kültür/mardutho ܡܪܕܘܬܐ kavramı, Süryanicede ‘eğitmek, bilgilenmek, yürümek, gitmek, seyahat etmek, akışta olmak, disipline etmek, edep vermek, terbiye etmek, efendi etmek, rehberlik etmek’ gibi anlamlara gelen rdo ܪܕܐ fiilinden türetilmiştir. Bu da gösteriyor ki, ahlaki normlara ve insani donanımlara bağlı kalarak yaşam yolunda yürümek, ilerlemek, gelişmek ve büyümek için kültür, hayati öneme haizdir. Kültürel hazla kültürü koruyup kolladığımızda, o da bizi koruyacaktır. Yaşam enerjisini bozan kültürsüzlükse, suyu muhafaza edemeyen delikli kovaya benzer. Bundan dolayı halk içinde dillendirilen kültürsüz sözü, görgüsüz ve hatta bazen ahlaksız anlamına gelir.
Genel anlamıyla, ‘‘Kültür, bir toplumu meydana getiren bireylerin düşünce ve duygu dünyasındaki birliği oluşturan ortak değerlerin, üretim ve düşünce biçiminin, yaşam tarzlarının, somut ve somut olmayan mirasın bütününü ifade eder. Yani kültür, gelenekten göreneğe, alışkanlıklardan yaşam tarzına, dilden dine, edebiyattan mimariye, giyimden mutfağa kadar insanların maddi ve manevi olarak ürettiği, geliştirdiği, yarattığı her şeydir.’’ (Ali Riza Malkoç, VE İNSAN UYANINCA, s.120).
Dolayısıyla kültür, bir medeniyetin atan kalbidir. İnsanı yaşatan, kendisine yaklaştırıp kendisi olmayı sağlayan, zihnen ve ahlaken eğiten ve onu dirilten zinde bir ruhtur. Kültürü oluşturan temel öğelerin başında ise dil gelir. Dil ile kültür bir yapının ayrılmaz parçalarıdır, bu ikili sağlam ve sürekli bir uyum içerisindedir. Aynı şekilde inanç da kültürel yapı içerisinde önemli bir yer tutar. Kültür ile inanç arasında da daima bir ilişki ve etkileşim söz konusudur. Kültür ile inancın bir araya gelip, anlamsal açıdan iç içe geçmesi, kültüre farklı ve yeni anlamlar katar. Dolayısıyla bütün inanç sistemlerinde muhakkak yaşatılan bir kültür yapısı vardır.
Kültürün mana gücüne kavuşmak, kalıp yargıların ve yerleşik algıların dönüşmesine; zararlı alışkanlıkların ve ezber düşüncelerin budanmasına bağlıdır. Bunun için ‘‘bilmek, yapmak, olmak’’ yolculuğunu bilinçli yapmak gerekir. Bu yolculuk iki çeşittir. Birincisi içsel, ikincisi dışsaldır. Esas belirleyici olan birincisidir. Dışsal yolculuğun seyri ve başarısı, içsel yolculuğun tarzı ve kalitesiyle doğru orantılıdır. Benlik aynasına bakmayı gözeten kültür ise, her iki yolculukta navigasyon gibi hayati işlevlere sahiptir.
Yolda olmak ve yolda kalmak için bilmek, yapmak, olmak gerekir. Hem bilmek, hem yapmak için olmak zorunludur. Öbür türlü aksaklık ve topallamadır. Çünkü klişelerin ve kalıp düşüncelerin perdeleriyle insan ne kendini hatırlayabilir, ne özünü bulabilir, ne kendini var edebilir, ne kültürün mana gücüne kavuşabilir, ne de yolun ne olduğunu idrak edebilir. İçsel-dışsal yolculukta yolda olmak ve yolda kalmak, ahlak ve erdem gibi kavramların içerik olarak özümsenmesine bağlıdır. Onların geliştiriciliği, kişilik binasını ören ve güçlendiren tuğlalar gibidir. Kişiliği büyük bir mana ile inşa eder, güçlendirir, bütünlüğe kavuştururlar. Onların mana gücü olmadan, ne düşünce ne de kişilik güçlenir. Gönülden gönle akarken, kalpten kalbe işlerken, edebiyatın ve ebediyetin sırrına kavuşurlar, kavuştururlar. Ancak anlamları insanın iç dünyasında yer edinmezse, ortaya çıkmazsa, dışarıda kendilerine sağlam yer bulamazlar. Şair Sohrab Sepehri (1928-1980)’nin deyişiyle; “Yıkamalı gözleri, başka türlü görmeli. Yıkamalı kelimeleri. Kelime rüzgâr olmalı, yağmur olmalı.”
Kültür cansız bir nesne gibi değildir. Canlı bir olgudur. Kültürün canlılığı, kültürel farkındalıkla ve sorumlulukla doğru orantılıdır. Canlanması ve hayat bulması kültür taşıyıcıların kararıyla değil, onu kucaklayan ve kucaklayacak olan toplumsal kesimlerin ve bireylerin iradesi, kararı, kişiliği, kapasitesi, ufku, iç dünyası, sorumluluk anlayışı, hayali ve niyetiyle mümkündür. Kültür bazen, sosyo-politik bilince ve anlama kapasitesine göre algılanmakta, bazen “istendiği” gibi değerlendirilmektedir. Bu tarz bir algılama ve yorumlama kültürün taşıdığı değerlerin amacından ziyade neye nasıl yaklaşıldığıyla ve neyin nasıl anlaşıldığıyla ilintilidir. Ancak bilinmelidir ki, kendini bilen ve kültürel farkındalığı yüksek hiçbir samimi insan (veya grup), kültürü istediği şekilde anlamaya ve yorumlamaya kalkışmaz. Buna yeltenmez. Aksine kültürdeki temel ve nihai amacın ne olduğunu yakalama gayreti içerisinde olur. Kültürü oluşturan arka plandaki geliştirici düşünsel vitaminlerden tıpkı bir gıda kaynağı gibi beslenmeyi dikkate alır. Çünkü öteden beri kültür, insanların ve toplumların dönüşmesinde etkili bir güç gibi işlev görmektedir. Bu nedenle kültürel nitelik taşıyan edebi eserler güncelliğini yitirmeyen özelliklere sahiptir.
Bireysel ve toplumsal tutum, kültürü canlandırmak açısından önemli olsa da, kültür de onların karşısında zannedildiği kadar pasif değildir. Kültür de güçlü ve donanımlı bir aktördür. Kendi etkisini farklı didaktik yaklaşım ve üsluplarla ortaya koyar. Ve anlam bozukluğuna mahal vermeden kendi öz anlamını, meramını, derdini aktarmaktan asla vazgeçmez. Bu durum, yaşamın anlamı olan sevgi ve bilginin ışığıyla güçlü bir etkileşime dönüşene kadar devam eder. Eder ki, kültürün ışıltısıyla insanların yolu aydınlansın, gönlü ısınsın, yurdu ışısın. Onun donatısıyla insan parıldasın, zenginleşsin, yaşamı anlam bulsun.
Kültürel ışıltıların yaşamda yer edinmesi, kültürün sosyolojik gerekçelerini çok iyi kavramaktan geçer. Bu da sosyolojik alanda derinleşmeyi gerektirir. Bu meyanda başka etkenler olsa da, eğitim ve kitap olmazsa olmazdır. Tıpkı sevgi gibi kültür de eninde sonunda mecrasını bulacaktır. Ama en çok değer gördüğü yere akarak. Bu tespiti akılda tutmakta fayda vardır. Bu nedenle iyi bir ahlaki yapılanmayla kendimizi geliştirirken bizi var eden kültürü de sulamayı ihmal etmemeliyiz. Bize akması için ona değer vermeliyiz. Solduktan veya öldükten sonra çiçeği sulamanın ne anlamı var?
Süryani kültürünün tarihsel önemi nedir? Bölgemize sunduğu katkılar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Antik Mezopotamya kültürünün verileriyle şekillenen Süryani kültürü, Hıristiyanlığın doğuşuyla birlikte gelişen unsurların mayası neticesinde yeni bir anlayış potasından geçerek, biçim ve içerik açısından özgün bir değişime uğramıştır.
Süryani kültürü, uygarlık ve insanlık tarihinde özgün bir geçmişe sahiptir. Uygarlığın ilerlemesinde hatırı sayılır belirgin bir etkinliği vardır. Tüm antik Yunan felsefesi ve edebiyatı önce Süryaniceye çevrilmiştir. Süryani din ve bilim adamları, onu Arapçaya çevirerek İslam uygarlığına kazandırmıştır. Daha sonra Batı'ya geçmiş ve Latinceye çevrilmiştir. Bunun için, hem Hıristiyanlık, hem İslamiyet, hem insanlık; Süryani kültürüne çok şey borçludur.
Süryani kültürü, bölgenin geçmişinde açılımcı karakteriyle bilinir. Etkin olduğu tarihsel dönemlerde kültürlerarası etkileşimde önemli bir köprü vazifesi görmüştür. Doğu-Batı düşüncesine, medeniyetin, felsefenin ve akılcılığın gelişmesine katkı sunmuştur. Düşünce dünyasında açtığı çığır, Arap dünyasına ve Avrupa’ya dek ulaşmıştır. Antikitenin İslam dünyasına aktarılmasında, rolü ve etkisi büyüktür. Başta Arapçaya ve İslam felsefesine sunduğu katkılarla temayüz etmektedir. Bu kültürün kalem ve kelam erbapları, bizlere zengin bir literatür ve sınırsız bir miras bırakmış, ruhsal farkındalıkla, sosyal düşüncenin gelişimine hizmet etmiştir.
Coğrafyamızın otokton bir kültürü olarak realiteyle uyumu ve sorumluluğu erdem bilen bir anlayışla, ortak yaşama devamlı katkı sunmanın çabası içinde olmuştur. Yaşamayı ve yaşatmayı amaç edinerek, etkin diğerkâmlığı, toplumsal barışı, dayanışmayı devamlı surette ön planda tutmuştur. Birlikte yaşama kültürünü, iş birliğini, barışı, refahı, istikrarı teşvik etmiştir. Sadece geçmişin bir kalıntısı değil, bölgenin çoğulcu kimliğine farklı anlamlar katan değerlerin de mirasçısıdır.
Doğu’nun ve Batı’nın ayağa kalkmasında, İslamiyet’in felsefeyle tanışmasında, Süryani kültürünün diriltici ve belirleyici rolü yadsınamaz. Hem Doğu, hem Batı onun sayesinde kendi felsefî köklerine, kaynaklarına yani Yunan felsefesine kavuşabilmiştir. Yaşanan aydınlanmayla Rönesanslar tetiklenmiş ve yeni gelişmeler kaydedilmiştir. Altın çağında (4.-10. yüzyıl) ulaşması gereken zirvedeydi. Bu yönüyle, monolojik değil, diyalojik ilişkilerle insanlığın çağlayanı olmuştur. Bu nedenle bu kültürün uygar dünyaya yaptığı katkıyı dile getirmek, insani ve vicdani bir sorumluluktur.
Ancak bu zengin kültür açısından durum böyle olsa da, bir yandan da kayıtsızlığı besleyen bir maduniyet içerisine sürüklenmiştir. Tarihteki bütün olumlu rollerine karşın, Doğu kültürünü besleyen üretken damarlardan biri olduğu halde, tarihsel olaylar, sosyo-politik çekişmeler nedeniyle, büyük bir nehir gibi akarken, kıvrıla kıvrıla, büzüle büzüle, bakıma ve kollamaya muhtaç bir çeşmeye dönüşmüş durumdadır. Aslında bu edilgen durum, eski dönemlerin, siyasi çalkantıların, tarihsel olayların farklı tonlardaki bir devamıdır. Geçmişte yaşanan göçlerin, acı olayların bıraktığı olumsuz etkilerin ve yaraların bir sonucudur.
Türkiye’nin ve küresel çaptaki evrensel mirasın bir parçası olan bu kültürün korunması, pek çok bileşene bağlı olsa da, öz (ana) yurdunda daha çok anlaşılmasına bağlıdır. Bu da ancak toplumsal algıda yeni farkındalıklar yaratmakla mümkündür. Çünkü farkında olmadığımız hiçbir şeye sahip çıkamayız. Farkında olabilmek için bir şeyi yakından tanımamız gerekir. Sıradanlığı aşan farkındalık, insandaki olgunluğun seviyesine göre gelişir ve eylemle bilgeliğe dönüşür. Özlü bir sözde denildiği üzere, ‘‘Farkındalık, öksüz bilginin annesidir.’’
Doğu’nun otokton bir dinamiği olan Süryani kültürünün bu özellikleri maalesef çoğu kez ya görmezden gelinmektedir, ya da çok az dile gelmektedir. Tarihte hem doğuya, hem batıya sunduğu felsefi-düşünsel katkılar, ya bilinmemekte veya tozlu raflarda keşfedilmeyi beklemektedir. Tarihin felsefesi ve tarihin işleyiş mantığı açısından göze çarpan bu durgunluğun devinime dönüşmesi, vicdanlı sosyal bilimcilerin yapacağı bilimsel araştırmalara ve objektif çalışmalara bağlıdır. İşte o zaman hakikat ve medeniyetin diriltici ruhunu insanlığa üfleyen bu kültürün kıymeti gün yüzüne çıkmış olacaktır. Önemi daha çok anlaşılacaktır.
Bilinmelidir ki, bilgeliğin tarihsel silsilesi içinde Süryani kültürü, Doğu’nun yitik bir halkası gibi kırılmalara rağmen ayak sürüyerek de olsa hala varlığını sürdürmeye çaba göstermektedir. Mağduriyet ve maduniyet arasında yaşadığı salınım nedeniyle savrulmalar ve kayıtsızlıklar yaşıyorsa da, sadece turistik bir geçmiş olmadığı aşikârdır. Canlı bir kültür olarak dolaylı dolaysız yollarla, var olan tarihi kilise ve manastırlarıyla, ilim ve irfan merkezleriyle bölgenin sosyo-ekonomik kalkınmasına, ulusal ve küresel ölçekte bölgenin tanınmasına hâlâ önemli katkılar sunmaktadır.
Günümüzün koşullarında küresel işleyiş içinde güçlü bir konum elde etmenin yolu yerelden ve farklılıklardan başladığına göre, bu katkıların bölge ve ülke için ne anlam ifade edeceği izaha bile muhtaç değildir. Dünya çapında dikkat çeken bu değerin önemsenerek somut çabalarla desteklenmesi halinde, bölgenin sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve sosyo-kültürel devinimine farklı bir katkı sunacağı aşikârdır.
Süryani kültürüne olan ilginiz ve alandaki üretkenliğiniz ne zaman başladı?
Öncelikle şunu belirtmem gerekir: Benim için kültürel zayıflık, sadece bir konuda zayıflık değil, her konuda zayıflık demektir. Çünkü kültür, yolun manası, ruhun mayası, aklın ve gönlün çırasıdır. Öyle olsa da, genel anlamıyla kültürle uğraşmak, uyku kaçıran çok zor bir uğraştır. Yol, dezavantajlarla ve engebelerle doludur.
Süryani kültürü bağlamından koparılarak, ya yanlış bilinmiş ya da eksik tanınmıştır. Dolayısıyla varlığı ve geleceği, kendine özgü insancıl nitelikleriyle bilinmesine, şefkatli farkındalığın dokunuşlarıyla geliştirilecek yeni çabalara ve yeni dokunuşlara bağlıdır.
Uğrunda fedakârlık yaptığım, bedeller ödediğim, Süryani kültürünün sevgisini yüreğimde taşıyorum. Bu kültürün soyut boyutuyla ilgilenmek, sorumluluk hissetmek, uğrunda bedel ödemek, gidişatıyla dertlenmek, çocukluk yıllarında ruhuma atılan tohumların bir filizlenmesidir. Bana yüklenen sorumluluğun bir gayretidir. Bu gayretin ‘‘ruhu söndürmeme’’ çırpınışıdır. İhmal edilen bilgilerden yararlanma çabasıdır. Gönülden gönüle aktarmanın bu zor uğraşıyla, kendime göre, derin bir kuyudan su çekerken, aynı zamanda -kendi algılarıma göre- o kuyuya su akıtmaya gayret ediyorum.
Rahmetli babam başta, Midyat’ta yetiştiğim çevre, Süryani kültürünün halleri ve durumları hakkında kafa yoran, sorumlu davranan ve eziyetlere katlanan insanlarla çevriliydi. Öyle olunca, Süryani kültürüyle çocuk yaşta tanışmış oldum. Edebi üretkenliğim de, genç yaşta kilisede üstlendiğim idari görevlere paralel olarak başladı. Dolayısıyla Bethnahrin (Mezopotamya) coğrafyasında derin izler bırakan Süryani kültürünün bilgeliğini kendi çabalarımla araştırmaya koyuldum. Araştırdıkça, ağlak ve direngen sesini daha çok duymaya başladım. Tarihsel derinliklerden gelen o ağlak ve direngen ses yüreğimde acı poyrazlar estirirken; kendine has samimiyetiyle ruhuma ipek yumuşaklığında tebessümler yaydığını hissettim. O sesi tanıdıkça, kendimi kazdım. Kendimi kazdıkça, kendimi buldum. Kendimi buldukça, daha çok derinleştim. Derinleştikçe, büyüklüğü ve makamı dışarıda değil, içeride aramaya koyuldum. Bu dönüşüm sürecinde, ahlak ve erdeme yönelten değer yargıları önemsedim. Eksikliğimi kazanç kabul ederek gönülden gelen bir edeple onlara sarıldım. Sarıldıkça, benliğimin aynasına bakmayı öğrendim. Bu da, bana yeni farkındalıklar katarak hayatımın tarzını ve akışını değiştirdi. Böylece yargılamaktan çok empatik duygularla anlamaya çaba göstererek, eklektik felsefenin yaklaşımlarıyla dikenden çok güle odaklanmayı geliştirdim.
Kilisede 30 yıl deruhte ettiğim idari misyon büyük öğretmen(im) olduğunu belirtmem gerekir. Ancak ahlaki ve insani bir yörüngede kalarak, böylesi zor ve haz verici bir alanda üretmek için yalnızca birtakım acılar yaşamış olmak yetmez, ayrıca Süryani edebiyatının ve edebi kitapların uçsuz bucaksız okyanusunda epey kürek çekmiş veya sörf etmiş olmak icap eder. Zira antik ve çağdaş yazarlara müracaat etmeden, yeni bir anlayış geliştirmek maksadıyla edebi alanda üretmek yanıltıcı olabilir.
Sivil toplum alanındaki faaliyetlerinizin amacı ve topluma dönük edebi üretkenliğiniz hakkında bilgi verebilir misiniz?
Hayat aynasında çarpıklıklar varsa, onlar insana aittir. Kendisini düzeltenin görüntüsü düzelir. Aynadaki çarpıklıklar da kaybolur. Kendi içine kapanan birey/kültür, kendi sınırlarında donuklaşmaktan kurtulamaz. Ancak yeni düşüncelere açılan -(birey/kültür)- salınıp genişler. 9 Topluma dönük edebi çalışmaların amacı, o donuklaşmanın sınırlarını dağıtmaktır. Onları düşüncenin salınımlarına açmak ve genişletmektir. Büyüklük, yardım etmek ise, kazanmak da hizmet etmekse, o halde toplumsal konularda duyarlı davranmak gerekir. Bu da diğerkâmlığın bir vazifesidir.
Süryanicenin edebi sermayesine katkıda bulunan bir nefer olarak, kitap okumayı ve yazmayı; düşünsel yenilenme ve ruhsal tazelenme aracı olarak görüyorum. Nitelikli bir yaşam için aklın, bilgi; ruhun da sevginin ışığıyla bütünleşmesi gerektiğine inanıyorum. Bu hissiyatla sivil toplum alanındaki faaliyetlerimi ‘‘duvarlar yerine köprüler’’ şiarı altında kadim şehrimiz Mardin’den yürütmekteyim. Olumsuz benlik ve dar yaşam algısı nedeniyle öteki arasına örülen zihinsel duvarların köprülere dönüşmesi akışa çok yarar sağlamaktadır. Merhametli farkındalığın yaklaşımlarıyla, toplumsal kesimler arasında duvarlar yerine köprüler inşa etme güdüsü insandaki uyarı sistemini pozitif anlamda harekete geçirme çabasından başka bir şey değildir. Bunun temelini oluşturan gerekçelerin gözden kaçırılmaması, o gerekçelerin sulanması, yüksek yaşam enerjisinin aktifleşmesini doğurmaktadır. Bu, her anlamda kazançtır. Önemli olan ne yaptığımız değil, yaptıklarımıza (işimize ve ilişkilerimize) ne kadar sevgi kattığımızdır. Fark etmek ayrı, fark etmenin bilinciyle davranmak ayrıdır.
Sivil toplumdaki faaliyetler, ruhu söndürmemenin bir çabasıdır. Amaç kadim bir kültürün ruhuna destek olmak, o ruhu evrensel olanla buluşturmaktır. O ruhun taşıdığı yaşam-sever kavramları güncellemektir. Olumsuzluk önyargısını dönüştürmektir. Çoğulcu yapının korunması bağlamında kendi öz yurdunda bu kültürün bilinmesine katkı sunmaktır. Toplumsal algılara düşünsel devinim katmaktır.
Kilisede otuz yıl süren eğitsel ve idari görevimi ‘‘İyi Çobanın’’ bilincinden beslenen ‘‘Şumloyo / Tekamül’’ mantığı ile ifa edince, ‘‘Şumloyo (Tamamlama) ve Şu-loyo (Kibirlenme)’’nın 10 felsefik altyapısını yazdım ve geliştirdim. 2017-2020’de bu felsefeyi İsveç’ten yayın yapan Suroyo TV’nin ekibiyle Türkçe ve Süryanice dilinde, farklı tema ve içerikte, kırk dakikadan oluşan 70 adet program halinde hayata geçirdik. ‘‘Şumloyo’’ ismiyle yayınlanan bu çalışma, boşluk doldurunca, çok beğeni topladı.
Sosyal sorumluluk bağlamında sivil toplum alanında yaptığınız edebi faaliyetlerinizi açıklayabilir misiniz?
Karşıt konumlandırmaya bulaşmadan, Doğu-Batı eksenli düşündüğümüz zaman, insanlık ailesi olarak henüz kendini tamamlamamış, tekâmülü devam eden, etkileri tam olarak bilinmeyen, yarattığı dönüşümün sonuçları kestirilemeyen bir sürecin içinde olduğumuzu görmekteyiz. Bu dönüşüm akıl almaz bir hızla sürmektedir. Böylesi hassas bir süreçte düşünsel despotizme selam vermeyecek şekilde kültürel dönüşüme katkı sunmanın, özellikle genç kuşağa ve sivil topluma kalıcı yarar sağlamanın önemli ve zorunlu olduğunu düşünüyorum.
Süryani kültürüne göre, ‘‘Sadece bir kişiye bile faydalı olabilirsen, onu kazanabilirsen, kendine karşılıklar dolu bir hazine yapmış olursun… Şayet rastlantı sonucu hizmetin fayda vermez ise, anne gibi düşün. Doktorların yetersizliğini gören anneye oğlunun tedavisini ihmal etmek yakışır mı?’’
Sağlıklı gerekçelerle, iyiliğe hizmet ederek, iyiliği çoğaltarak iyileşmeye katkı sunmanın gerekliliğine inanıyorum. Bu açıdan baktığımızda var olmanın yani yaşamanın kendisi özünde faydalı olmakla ve iyileşmeye katkı sunmakla anlam kazanır. Çünkü var olmak, bir şuur kabiliyetidir, bir idrak meselesidir. Görünen ve görünmeyen farklılıklarına rağmen, hayatı, varlık eylemini paylaştığımız herkes en az bizim kadar var olma hakkına sahiptir. Her canlının iyiliği, iyiliğimizdir. Hastalığı da hastalığımızdır. O, hayat yolunda bizim can yoldaşımızdır. Bir kişi bile yararlanırsa, faydalanırsa, huzurumun katsayısı artacaktır. Bahtiyar olacağım,
Öte yandan Süryani kültürünün soyut ruhunu ve edebi mirasını hatırlatmaktan heyecan duyuyorum. İnanıyorum ki, herhangi bir alanda hedefi olan geleceği inşa eder. Hedefi olmayan da geçmişi tekrar eder. Bu amaçla kültürel yozlaşmaya karşı bir duruşla, dünün bilgi ve tecrübesini yeniden bugünün ve yarının yararına aktarabilmek için naçizane katkılarla buna hizmet ettiğimi düşünüyorum. Benim için vefa makamı sayılan bu hizmetteki temel amaç, öncelikler içinde kaybolan kültürel gelişime dikkat çekmektir. Bunu hatırlatmaktır. Çünkü hatırlatmak amacıyla yazmak, bireysel ve toplumsal belleğe sunulan düşünsel bir katkıdır. Psiko-sosyal ihtiyaç olan bu çaba bir vefa borcudur yaşama ve gelecek kuşaklara. Tekrarın güzelliği ve zihin açıcılığı mana dünyasına tekrar tekrar yansımasının çok faydaları vardır.
Kültürün kıymeti hakkında ne söylemek istersiniz?
Dünyanın her yerinde işleyen bir mantık var. Tanınmayan bir şeyin bilinmesi beklenemez. Toplum ve insanlar bilmediği ve tanımadığı bir şeye değer vermez. Bana göre, kadim dilimiz Süryanicenin uygarlık tarihi içindeki konumu ve önemini henüz gerektiği gibi bilinmiyor. Yerel ve otokton bir dil olduğu anlaşıldıkça, Türkiye başta, bölge ülkelerinin idari uygulamalarında daha çok saygınlık kazanacaktır. Çünkü kültürel ve inançsal boyutumuzla bölgedeki varlığımızı devam ettirebilmemiz, Süryanicenin yaşatılmasına bağlıdır.
Öte yandan kültürel farkındalık, hakikati arayan yürekleri aydınlatan bir ışık gibidir. Sıradan bir tamirciden çok daha fazlasını sunuyor onun ışığını yakalayanlara. O halde üretkenliği arttırma adına kültürel faaliyetleri takdir etmeyi akılda tutmamız gerekir. Çünkü maddi zenginliğin mana dünyasına kalıcı bir huzur vermesi kültürel zenginliğe bağlıdır. Ruhsal özgürlük olmadan, dünyevî özgürleşme olmaz. Maddiyatın, nefsaniyetin, büyüklüğün, bencilliğin dağı ne kadar yüksek olursa olsun, ahlak ve erdemle kaplı kültürün yolu o dağların üzerinden geçer. Denildiği üzere, ‘‘Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.’’
Nasıl ki ‘‘altının kıymetini sarraf biliyorsa’’ kültürün kıymetini de daha çok büyük faydalarını bilen ve onu korumaya gayret edenler bilir. Çünkü kültürel derinlik anlaşılmadan, o derinliği oluşturan dilin zenginliğine ait hazinenin kıymeti de bilinmez. İşte bu sebeple kültürün kıymetini -daha çok- kültür adına derdi olan ve sarraf titizliğiyle gece-günüz çalışan fikir işçileri bilir. Bundan dolayıdır ki, fikir işçilerin derdi büyüktür. Onlar tıpkı bir istiridye gibi, karınlarında inci büyütmek için didinip uğraşırlar. Çünkü toplumun, kültürün, insanın, hayatın tamire muhtaç arızaları, dertleri, sorunları onları rahatsız eder. Tamir edilmeyen her ariza ve çözülmeyen her sorun maalesef kendini tekrar ederek daha çok rahatsızlığa neden olacaktır.
Son olarak okurlarımıza ve kamuoyun ne demek istersiniz? Yolda olmak ve yolda kalmak için huzurunuz bol, yaşamınız güzel olsun, İlgi ve alakanıza teşekkür eder, şahsınızda değerli okuyucularınıza saygılarımı sunuyorum.
Sayın Yusuf Beğdaş, Bize vakit ayırdığınız için ve sorularımızı içtenlikle cevaplandırdığınız için Midyat Gündem Com olarak teşekkür ederiz.