Soruna bu bağlamda baktığımızda yönetim ilkelerimizin toplum olarak mensubu olduğumuz ve yaşamaya çalıştığımız İslam dininin dayandığı vahiy kuralları ile çeliştiğini biliyoruz.
Özellikle yönetim ve hukuk /kanun) ilkelerini belirleme gücünü elinde bulunduranlar İslami ilke ve kuralları dikkate almamaktadır.
Dolayısıyla içine düştüğümüz sıkıntıların kaynağında yöneten- yönetilen bağlamında müştereklerimizin (ilke ve kuralların) azalması veya olanların yok edilmesi bulunmaktadır denilse mübalağa olmaz.
Üzülerek belirtmeliyiz ki, toplumu oluşturan bireylerin davranış kalıplarının temelini teşkil eden ilkeler demeti yok edilmiştir. Yöneten- yönetilen bağlamında veya bireysel anlamda herkesin kendine göre ilkesi söz konusu olmaya başlamış bu durum toplumun müşterek değerlerini ortadan kaldırmıştır.
Bu duruma düşmemizin nedeni müşterek değerlerimizi oluşturan felsefenin sistematik bir şekilde ortadan kaldırılmasıdır. Geçmiş ve bugün bağlamında toplumsal hayatımıza bu zaviyeden baktığımızda geçmişimizde ortak tefekkür paydamızın “kelam”a” dayanan “fıkıh”ın olduğunu görürüz.
Fıkıh en geniş tanımıyla bireylerin tutum, tavır ve davranışlarla alakalı dinî meselelerin bilgisidir. Birey hayatının bütününü kapsayan tutum, tavır ve davranışları benimsediği veya kendisine benimsetilen “ilke ve değerler manzumesi” ne göre şekillendirir. Dünyanın neresinde olursak olalım birey niteliklerini aynı şekilde kazanır.
Geçmişte toplumsal hayat felsefemiz “din u devlet, mülk ü millet” ilkesine müstenit olduğundan, fıkıh sosyal ilişkilerimizin anlamını sağlama vazifesini görmekte idi. Zira, Müslüman bireylerin sosyal ilişkilerinde dinî veçhesi olmayan hiçbir tutum, tavır ve davranış söz konusu değildi ve olmamaktaydı.
Fıkıh bu anlamda hem dünyevî (evlilik,alışveriş, cezalar “muamelat, ahlak” vs.) hem de uhrevî (namaz, Hac, Zekat, oruç “ibadat”) hayatın müştereklerini oluşturan bir alandı geçmişimizde.
Fıtrat gereği ihtiyaçlar, toplum hayatını zorunlu kıldığından ihtiyaçların tamamı Müslüman toplumlarda fıkhın konusuna girer. Bilhassa fıkıh dinamik ve değişken olan konularda asgari müşterekleri üç ana akıl yürütme ile çözmeye çalışırdı. İçtihad, Fetva, Hüküm(Kaza)
Bir : İçtihad, yeni fıkhî kuram üretilmesi yolu,
İki : Fetva, Fıkhî kuramlara göre beşeri ilişkileri yorumlama tarzı,
Üç : Hüküm, beşeri anlaşmazlıkların kuramlara göre çözümlenmesi veya cezalandırılmasıdır
Bugün akıl yürütmelerimizin kaynağında müştereklerimiz bulunmadığından bireylerin hayata bakışları ve hayattan beklentileri tahmin edilemeyecek kadar ayrışmıştır.
Helal- Haram, Doğru- yanlış, Güzel- çirkin gibi kavramlar yöneten-yönetilen çizgisinde anlam kaymasına uğramış dolayısıyla bu kelimelere yüklenilen manalar değişmiştir.
Yöneticiler yönetilenlere bazı kavramları tavsiye ederken kendileri bunların tersini yapmakta beis görmemektedir. Hatta tavsiye edilen kavramların gereğini yerine getirenleri enayi olarak telakki ettikleri rahatlıkla söylenebilir. Bu değişimi bir başka deyişle fıkhın yerini sosyal bilimlere terk etmesini Recep Şentürk şu şekilde ortaya koymaktadır: “Sadece "ahkâm"ın değil bizzat fıkhın değişmesi ve nihayet tarihe karışması söz konusuydu. Bunun mânası fıkha dayalı eski sosyal dünya görüşünün, ilişkilerin, ahlâkın, kurumların ve yapıların kısacası "maneviyat düzeni"nin (moral order) yıkılması ve bütün bunların modem toplum bilimin temelleri üzerinde yeniden inşası demekti.
Osmanlı'dan günümüze toplumbilim tarihimizde üç ana safha olduğunu ve her dönemin aydınlarının ve toplumsal söyleminin yapısının farklılıklar arz ettiğini söyleyebiliriz:
1. Osmanlı'nın kuruluşundan Tanzimat'a kadar (1299-1839) fıkhın hâkim olduğu klasik dönem;
2. Tanzimat'tan Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar (1839-1922) bir yandan fıkhın kapsayıcı etkisi sınırlanmaya çalışılırken, diğer yandan ihya veya sosyal bilimlerle telif edilmeye çalışıldığı dönem;
3. Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana (1922 sonrası) fıkhın resmî söylemden kaldırıldığı ve sosyal bilim söyleminin hızla benimsendiği dönem.”*
Kısaca fıkıh yerine sosyal bilimlerin ikamesiyle oluşan anlam kayması nedeniyle tutum, tavır ve davranışında helal-haram, güzel-çirkin, doğru yanlış, hak-batıl, iyi-kötü anlamını aramayan bireyin davranışları bir başka değerler sistemine göre yeniden yapılanmakta ve sonunda yeni yapıya göre düşünüşün ve yaşayışın başladığı görülür.
- soygunları, hırsızlıkları, kayırmayı bu kadar rahat yapabilmelerinin temel nedeni kendi hayatlarını topluma telkin etmeye çalıştıkları ilkelere göre tanzim etmemeleridir.
Netice itibarıyla toplumsal huzurun sağlanması yeniden ortak bir hayat felsefesine sahip olmamızdan geçer. Bunu beceremediğimiz takdirde huzura kavuşmamız mümkün görünmemektedir.
Selam ve Sabırla................
.Not: Bu yazı 29.082001tarihinde yayınlanmıştır. Tekrarında fayda görüyorum. Umarım ki, bu yazıyı okuyanlar tefekkürümüz için ortak bir zeminin inşası için çalışır.
*Recep Şentürk, Fıkıh ve Sosyal Bilimler Arasında Son Dönem Osmanlı Aydını TDV İSAM, İslâm Araştırmaları Dergisi. Sayı 4, İstanbul 2000, s. 133-171. (Bu makale okunmalıdır)